Kör Olarak Büyümek

Annem muayenehaneden çıkıp da eve gitmek üzere tramvaya bindiğinde birden paniğe kapılmış, Ne yapacağını bilmemenin şaşkınlığı içinde bir an beni tramvayda bırakıp kaçmak bile aklından geçmiş. Sonra, tanıdığı bir kör adam aklına gelmiş: Kör olmasına karşın normal bir yaşam sürmeyi başarmış bir kişiymiş. Evliymiş, çocukları varmış, geçimini de çalışarak kazanıyormuş. O bunları başarabilmişse kendi çocuğu da başarabilir diye düşünmüş.

Annemin anlattıkları, kör çocuk sahibi ana babaların başarılı erişkin körleri tanımalarının son derece önemli olduğuna ilişkin inancımı doğrulayan bir örnektir. Yaşama başarıyla uyum sağlamış olan bizler, çocuklarınız için rol modelleri olabilir; o kör adam anneme nasıl yardımcı olduysa biz de siz ana babalara yardım edebiliriz. National Federation fort the Blind (Ulusal Körler Federasyonu) anneler, babalar için çok yararlı bir kaynaktır; çünkü bu kuruluş, normal yaşamayı başarmış binlerce üyeden oluşmaktadır.

Birçok ana baba gibi, benimkiler de doktor doktor dolaşarak çare aramışlar. Bir yaşlarında iken beni Lake City'de ünlü bir göz doktoruna götürmüşler. Doktor gözlerimi iyice muayene ettikten sonra, "Artık doktor doktor dolaşmayı bırakın," demiş. Kızınızın gözleri için yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Ömrü boyunca kör kalacak. Onunla şimdi evinize dönün ve öteki çocuklarınıza nasıl davranıyorsanız ona da öyle davranın." Onlar da doktorun dediği gibi yaptılar.

Ana babamın ilk keşiflerinden biri, benim bazı şeylerden korku duyduğummuş. Yumuşak hiçbir şeyden hoşlanmıyor, yüksek sesten ürküyormuşum. Çayıra dokununca dehşete kapılıyormuşum. Annem, korkularıma aldırış etmeden beni sürekli olarak önceden tanımadığım yumuşak şeyleri ellemek zorunda bırakıyormuş. Tanımadığım şeylere dokunmaktan duyduğum korkunun bana şöyle bir yararı oldu. Geceleri boş biberonumu beşiğimden dışarı fırlatmayı alışkanlık haline getirmiştim. Camdan yapılmış oldukları için her gece bir biberon kırıyordum. Annem buna bir son vermeyi düşündü: Bana vereceği biberonu alt bezine sarıp üstüne lastik bantlar geçirdi; ama ben biberonuma elimi bile değdirmek istemedim. Artık biçimi değişmiş olan biberonumdan da korkar olmuştum, bu yüzden bir daha biberondan hiç mama içmedim. Annem çok kararlıydı, beni yumuşak, tanımadığım biçimdeki şeylerle karşılaştırmaya ısrarla devam etti; çok geçmeden bu tür korkumdan kurtuldum.

Annem, korkularımdan bazılarının başkalarının korktuğum şeylere ellediklerini görmeyişimden ileri geldiğini düşünüyordu. Bir de şu sonucu varmıştı: Yeni yerlere gittiğimde, daha önce işitmediğim gürültüler işittiğimde korku duymamın nedeninin duyduğum ses ile daha önceden bildiğim bir şey arasında bağlantı kuramayışımdan ileri geldiği sonucuna varmıştı. Korktuğum şeylerle beni karşılaştırmaya devam etti; onların ne olduğunu bana açıklıyor, olabildiğince çok çeşitli şeylere ellerimle dokunmamı sağlıyordu.

Beni her yere yanında götürmeye ve bana bir şeyler yaptırmaya önem veriyordu. Beni kendi halime bırakacak olsaydı bir köşede oturup oynamaktan memnun olacakmışım; ama böyle yapmama asla izin vermediğini söylüyor. Annem, babam, kız kardeşlerimden veya oğlan kardeşlerimden biri gelip benimle birlikte oynuyordu.


Babam benim körlüğümü kabullenince kör çocuklar hakkında yazılmış kitaplar ısmarlamaya karar vermiş. Gelen kitaplardan birinde şöyle yazıyormuş:
Kör çocuğunuzu bir karton kutuya koyup karanlık bir odada tutun. Kör çocuğunuz çok kırılgandır. Bırakın çocuk önce kutuyu, sonra da odayı tanımaya çalışsın."


Babam kitabı elinden fırlatıp anneme demiş ki, "Uzmanların bu konuda söyleyecekleri böyle şeylerse, ihtiyacım yok, ben kendi bildiğimi yaparım. Hayatımda bundan daha kötü bir öğüt işitmedim."

Bazı sözcükleri söyleyerek konuşmaya başladığım halde iki yaşıma geldiğimde birden bire konuşmaz olmuşum. Günler geçip de yine konuşmaya başlamadığımı gören babam, "Artık yeter," deyip oturmakta olduğum bebek iskemlesine gelip beni tuttuğu gibi fırlatırcasına yere bırakmış. "baba de bakalım," demiş. Ben de "Baba," demişim. Bundan sonra da dilim çözülmüş.

Yine o sıralarda, babam evdeki her şeyin yerini bana göstereceğini söylemiş. "Yerleri öğren ki," demiş, "çarpmayasın ve evin içerisinde rahatça dolaşabilesin."

Bundan sonra elimden tutup teker teker odaları dolaştırmış, her şeyin yerini göstermiş. Sonra da, "Şimdi iyi dinle," demiş, "Sana gözünü aç," dediğim zaman 'kulaklarını aç, değdiğin şeylere dikkat et, çevreyi kokla' demek istediğimi bilesin. Anladın mı?"

Birkaç gün sonra oynamakta olduğum mutfaktan koşarak yemek odasına girmişim, başımı yemek masasına sertçe çarpmışım, yere düşmüş, ağlamaya başlamışım. Annem beni yatıştırmak için ayağa fırlamış, ama babam karışmamasını işi kendisine bırakmasını istemiş. Yanıma gelip beni kaldırmış ve popoma hafifçe bir tokat atmış. "Bu masanın yerini sana göstermemiş miydim? Unuttun mu? Şuna buna çarpıp durmamalısın. Bundan sonra gözünü aç, çarpma." Annem çocuğa çok sert davrandığını söyleyince babam, "Öğrenmesi gerek," demiş. Çok geçmeden ağlamayı kesip mutfağa dönmüş oynamaya devam etmişim. Az sonra yine koşarak yemek odasına girmişim. Babam diyor ki, bu kez masaya alnımı çarpmama birkaç parmak kala yolumu değiştirmişim. Bu olaydan sonra yemek masasına hiç çarpamamışım.

Daha önce de söylediğim gibi, bebekken çayırdan çok korkardım. Annem çamaşır asmak için dışarı her çıkışında beni de alır, çimenlerin üstüne bırakırmış, ama ben emekleye emekleye çakılların ya da betonun üstüne gidermişim. Babam bu duruma daha fazla dayanamamış. Anneme, beni bu korkudan kurtarmak için bir şeyler yapacağını söylemiş. Beni alıp arka bahçeye çıkmış, çimlerin üstünde yuvarlamaya başlamış. Ben çığlık çığlığa ağlamaya başlamışım, Komşular koşarak gelmişler. Babama yaptığının zalimlik olduğunu söylemişler, ama o aldırmamış. Bir az daha beni çimenlerin üstünde yuvarladıktan sonra eve getirmiş; anneme bundan sonra çayırdan söz etmemesini söylemiş. Birkaç gün surat asmışım. Sonra bir gün annemden şapkamı, paltomu giydirmesini istemişim. Bu bahçeye çıkıp oynamak istediğim anlamına geliyormuş. Şapkamı, paltomu giydirmiş, bahçeye çıkışımı gözlemiş.

Çimenlere doğru yanaşmışım, çekinerek elimin ucu ile çimenlere dokunmuşum. Birkaç saniye duraksadıktan sonra ellerimi çimenlere sürtmeye başlamışım. Çok geçmeden çimenlerin üstünde yuvarlanmaya başlamışım ve bundan sonra çayır korkusundan kurtulmuşum.

Babam sık sık benim küçükken tuhaf isteklerim olduğundan söz ederdi. Bir gün üzerindeki bütün eti yediğim bir tavuk kemiğini ona uzatıp üstüne biraz daha et koymasını istemişim. Başka bir gün de beni kucağına alıp havaya kaldırmasını ve elimi gökyüzüne değdirmesini istemişim.

Bu gibi durumlarda gerçek durumun ne olduğunu açıklayarak çevrem hakkında yanlış fikirler beslemekten beni kurtarmaya çalışırmış. Bununla birlikte, gökyüzüne dokunamayacağımı bana anlatmakta bir hayli zorlanmış; çünkü çevremdeki şeyleri ellerimle onlara dokundurarak tanıtırmış.

Bir gün hayvanat bahçesini gezerken file dokunmak istemişim. Babam, hayvan bakıcısını benim kafese girerek file dokunmama razı etmiş; ama bana özel muamele yapılmasını istemediği için bakıcıyı, kiz ve erkek kardeşlerimin de benimle birlikte kafese girmesine izin vermesini sağlamış.

Küçük yaşlardaydım, ama iyi anımsıyorum: Birgün Sosyal Hizmetler kurumundan benim kör olduğumu haber almış olan bir memur bizi ziyarete geldi. Anneme, tahtadan yapılmış kocaman bir ayakkabı, üzerinde düğmeler, ilikler ve çıtçıtlar bulunan kumaş parçaları gösterdi: ayakkaplarımı bağlamayı, düğmelerimi iliklemeyi, çıtçıtlamayı bana öğretmek için bunlara ihtiyacım olduğundan söz ederek annemi bu eşyayı satın almaya ikna etmeye çalıştı.

Annem, bunlara alacak parası olmadığını, üstelik böyle şeylere ihtiyacı olmadığını; bu becerileri öğrenmek ihtiyacı duyduğum zaman kendi giysilerimi kullanarak düğmelerimi iliklemeyi, ayakkaplarımın bağcıklarını bağlamayı öğreteceğini söyledi.

Ana okuluna gidecek kadar büyüdüğümde annemden artık ceketimin fermuarını nasıl çekeceğimi öğretmesini istedim. Okuldan dönerken bunu öğretmene yaptırmak zorunda kalmamalıydım. Ana okuluna öğleyin gidecektim; o gün fermuar çekmeyi öğretinceye kadar annemin peşini bırakmadım.

Birinci sınıfta okuma öğrenmeye başladım. Konuşan kitaplardan masallar dinlemiştim, ben de plaklardaki okuyucular gibi okumak istiyordum; bundan dolayı bir an önce okumayı öğrenmeye çalışıyordum.

Bir gün okuldan eve göz yaşları içinde geldim; öğretmenim birinci sınıf öğrencilerinin kitaplıktan kitap almasına izin vermeyecekmiş dedim. Babam öğretmenin bu tutumuna akıl erdiremedi ve okul müdürüne telefon etti. Okul müdürü de, baş öğretmen de öğretmenin işine karışamayacaklarını söylemişler. Bunun üzerine babam, doğrudan doğruya öğretmenime telefon etti. Sakin sakin, benim kitaplıktan kitap almama izin vermeye ikna etmeye çalıştı. Sonra sabrı taştı. "çocuklarınız var mı?_" diye sordu. Öğretmen, "Yok." yanıtını verince babam, "Benim altı tane var," dedi; "Çocuklar bir şeyi öğrenmeye heves ettikleri zaman onların cesaretini kırmamak gerektiğini biliyorum." Öğretmen bu sözlerden etkilenmedi ve tutumunu değiştirmedi. Bunun üzerine babam, doğruca kitaplık memuruna giderek onunla konuşmamı önerdi. Kitaplık memuru beyaz yalanın ne demek olduğunu bilip bilmediğimi sordu. "Bilmiyorum," dedim. O da açıkladı: "Beyaz yalan, kimseye zarar vermeyen bir yalandır.". Sonra da bir kitap alıp paltomun altına saklayarak kitaplıktan çıkmamı ve kitabı okuyup bitirdikten sonra geri getirmemi, o zaman bir kitap daha vereceğini söyledi. Böylece Birinci sınıfta iken kitaplıktan gizlice kitap alıp okumayı sürdürdüm. Bir de okula kendi başıma yürüyerek gitme konusu vardı. Altı veya yedi yaşlarındaydım; bir gün, kız ve erkek kardeşlerim nasıl okula kendi başlarına yürüyüp gidiyorlarsa benim de kendi başıma okula yürümeme izin verilmesi gerektiğini düşündüğümü söyledim. Beyaz bastonum yoktu. Üstelik artık kendi başıma yürümek istiyordum. O zamanlar çocuklar beyaz baston kullanmıyorlardı.

Babam, okulun yolunu öğreteceğini ve ondan sonra kendi başıma okula gidebileceğimi söyledi. Birkaç hafta yanımda kimse olmadan okula devam ettim. sonra kahvaltıda okula kendi başıma gitmek istediğimi yineledim. Babam, zaten kendi başıma gitmekte olduğumu söyledi. "Hayır, hiç de öyle değil," dedim. "beni gizlice izliyorsun." Bunun üzerine babam beni izlediğini itiraf etti ve bu sabah izlemeyeceğimi, okula tek başına gidebileceğimi söyledi.

O akşam eve göz yaşları içinde döndüm, başöğretmenin arkamdan babamın izlediğini görmeyince bahçe kapısına kadar geldiğini anlattım. İş bu kadarla bitmedi.

Birkaç gün sonra başöğretmen babamı telefonla arayıp, "Bay Bailey," dedi, "Okulumuzda bir soruna yol açıyorsunuz. Kızınızın kendi başına okula gelmesine izin veriyorsunuz. Bundan öteki öğrencilere söz etmiş; şimdi onlar da aynı şeyi yapmak istiyorlar. Kızınızı yalnız göndermekten vazgeçin."

Bulunduğumuz kentte okulumuza devam eden başka görme özürlü öğrenciler de vardı; onların ana babaları şikayetçe olmuşlar. Babam müdürün isteğine uymayı kabul etmedi. Ona telefon ederek, "Velilere söyleyin," dedi, "kendi çocuklarını nasıl isterlerse öyle yetiştirebilirler; ben de çocuğumu nasıl istersem öyle yetiştiririm.

Yedi, sekiz yaşlarına geldiğimde, babama tekerlekli patenlerle kaymak istediğimi söyledim. O da patenleri bir kez ayaklarıma giydireceğini, sonra da çıkaracağını; Bundan sonra patenleri kendi kendime giymeyi becerirsem patenlerle kaymama izin vereceğini söyledi. Sanıyorum, bunu becereceğimi ummuyordu. Birlikte dışarı çıktık, merdiven basamağına oturduk. Babam, patenleri ayağıma nasıl bağlayacağımı, paten kilidini nasıl kullanacağımı, patenlerin bağlarını nasıl sıkacağımı gösterdi. Sonra da patenleri ayaklarımdan çıkarttı. Patenleri alıp ayaklarıma yerleştirdim. Bunun üzerine, belli sınırlar içinde olmak koşuluyla paten kayabileceğimi söyledi. Apartmanımızın bulunduğu blokun çevresinde dolaşacaktım. Patenlerle kaymak istiyorsam bu sınırların içinde kalmalıydım.

O gün saatlerce kaydım. Akşam komşular bu durumdan yakındılar. Patenlerle kaymak benim için tehlikeliymiş, bir yanımı incitebilirmişim. Blok çevresinde kendi başıma kaymam doğru değilmiş.

Babam bu uyarılara da kulak asmadı. Sık sık bir yanımı incitecek olursam kendiliğimden bu işten vazgeçeceğimi onlara anlattı. Gerçekten de birçok kez düştüm. İlk gün eve döndüğümde bacaklarım yer yer kanıyordu; ama bunlara aldırmadan her gün kaymaya devam ettim. Çok geçmeden düşmelerim seyrekleşti.

Üç tekerlekli bisikletime de yine blok çevresinde biniyordum. Komşular bunu da onaylamıyorlardı.

Bundan sonra bisiklet isterim diye tutturdum. Babam onu da aldı. Bisiklete binmeyi öğrenmek için çok çaba harcadım ; fakat çok geçmeden bisikletten düşmekten bıktım, usandım ve bisiklet sevdasından vazgeçtim. Sanırım, babamın bana uyguladığı kuram doğruydu: Yeteri kadar canım yandığı zaman ne neyi yapıp neyi yapamayacağıma kendim karar veriyordum.

On, onbir yaşlarında iken Campfire adlı bir örgüte üye oldum. Bundan sonra her yıl kız kardeşimle birlikte kapı kapı dolaşarak şekerlemeler satmaya başladık. Bloklardan birindeki daireleri o dolaşıyor, öteki bloktaki daireleri de ben dolaşıyordum.

Sonunda yıllardan birinde bir kamp bursu kazanacak kadar şekerleme satmayı başardık Kardeşim de, ben de kampa gitmeyi planladığımız için kazandığımız burs her birimizin yarı kamp ücretini karşılayacaktı; öteki yarısını ailemizin ödemesi gerekiyordu. Benim Kampfire liderim, babama, kör olduğum için beni kampa alamayacaklarını; Onun için kız kardeşimin ek para ödemesine gerek kalmadan tüm kamp bursunu kullanabileceğini söyledi.

Babam böyle bir şeye razı değildi. Kamp görevlilerine, onların şekerlemelerini satmaya körlüğüm engel olmadığına göre kampa girmeye de engel olmayacağını söyledi. Beni kampa kabul etmelerini, herhangi bir soruna yol açarsam gelip beni kamptan almayı önerdi. Yöneticiler razı oldular ve kampa kabul edildim. Orada çok güzel günler geçirdim.

On iki, on üç yaşlarımdayken annemden bana ütü yapmayı öğretmesini istedim. "ütü yapamazsın, çünkü bir yerini yakarsın," dedi. Körlüğümün ütülemeyi öğrenmeme engel oluşturduğuna inandığını anlıyordum. Bu beni çok kızdırmıştı.

Babama başvurdum, annemi razı etmesini istedim; ama bu kez annemden yana oldu. Beni ablamla bırakarak kente indikleri bir gün aradığım fırsatı buldum. Ablama dedim ki, "Bana ütü yapmayı öğretirsen senin bütün çamaşırlarını ütülerim." Annemle babam eve döndükleri zaman beni ütü yaparken buldular. Bundan sonra ütü konusunda bana hiç karışmadılar.

On iki yaşımdayken Minnesota'ya taşındık. Orada Minnesota Braille ve Göz Koruma Okuluna yazıldım; lise ikinci sınıfa gelince, almam gereken derslerin yarısını Devlet lisesinde izledim. Ertesi yıl, ana babama devlet lisesine devam etmek istediğimi söyledim. Öğrencisi olduğum Braille Okulunun bulunduğu FAribault'ta oturduğumuz için devlet lisesi beni kabul etmeyi reddetti. Kitaplıklarındaki kitapları okuyamayacağımı, tüm enerjimi okula gidip gelirken tüketeceğimi ileri sürüyorlar, bu yüzden öğrenimi sürdüremeyecek kadar yorgun düşeceğimi ileri sürüyorlardı.

Seçim çevremizin eyalet senatörüne, eyalet temsilcisine, ABD senatörümüze ve eyalet valisine dilekçeyle durumu anlattım. Hepsi de verdikleri yanıtlarda, üzgün olduklarını, fakat benim sorunumun onların yetki alanı dışında bir sorun olduğunu bildirdiler. Ailemizin parasal durumu avukat tutarak dava etmeye elverişli değildi. Keşke o zaman Ulusal Körler Birliğini tanımış olsaydım. Bütün bu mücadelelerim boyunca kendimi çok yalnız hissetmiştim. Başka körlerin de benzer sorunlarla karşılaştıklarından haberim yoktu.

Ana babam Faribault'ta Bethelehem Akademi adında bir Katolik okulu bulunduğunu ve devlet okullarının kabul etmedikleri sağır öğrencileri kabul ettiklerini duymuşlar. Babamla birlikte Bethelehem akademi'ye gittik ve müdürü beni okula almaya ikna ettik.

O günlerde babam sekiz çocuğa bakmaktaydı; Bethelehem akademi için gereken 200 dolar ücreti ödeyecek durumları yoktu. Okul ücretiyle üniforma parasını kazanmak için O yaz annem Mısır Konservesi Fabrikasında işçi olarak çalıştı; bu sayede sonbaharda Bethelehem akademi'ye kaydımı yaptırdık. Bu okulda hep onur listesinde yer aldım.

Bethelehem akademi'nin yüksek kısmını 'Kolleji bitirince okulun rehabilitasyon danışmanı, kendisi gibi bir danışman olmak üzere yüksek lisans kısmına devam etmemi önerdi. Bu öneriyi kabule yanaşmadım; çünkü kollejde sosyal hizmetler dalında eğitim görmüştüm ve bu alanda bir işte çalışmak istiyordum.

Sanırım, içten içe körlerle ilgili bir işte çalışmak yerine, başkalarıyla boy ölçüşüp ölçüşemeyeceğimi kesinlikle anlayabileceğim bir işte çalışmayı düşünüyordum.

Las Vegas'ta bir çocuk yuvasında sosyal hizmet uzmanı olarak beş yıl çalıştıktan sonra Minnesota'ya döndüm. Körler için Minnesota Devlet Servisleri kurumunun Rochester Bölge Ofisine bir eleman alacaklarını duydum, Hemen başvurdum ve işe alındım. Ellerine iyi fırsatlar geçmemiş olan pek çok kör bulunduğunu biliyordum, benim sahip olduğum fırsatlara onların da sahip olmalarına yardım edeyim diye bu işe girmeye karar vermiştim. Benden önemli beklentileri olduğunu, normal ve üretken bir yaşam sürebileceğimi daha küçük yaşlarımdayken bana öğretmiş olan bir anneye ve babaya sahip olmanın ne büyük bir nimet olduğunuz anlıyorum. Kör çocuk sahibi bütün ana babaların şunu yapmalarını umut ediyorum: Çocuklarından çok şey beklesinler ve onları başarabileceklerine inandırsınlar.

Yazar : Jan Bailey

Çeviren: Gültekin Yazgan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder